Hayvanlar Üzerine / Elias Canetti

BİRLİKTE VAROLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

   Bir hayvanın gözlerinin içine bakmak... Onunla paylaştığın varlık zeminini ve belki de asla paylaşamayacağın isimsiz bir başka zemini hissetmek. Ruhun kendi dışında bir yere doğru kabarması gibi. Ağaçlara, akan suya, taşlara bakarken hissettiğin, içini coşturan ama asla tam olarak ele geçiremediğin o duygu... Kenarında dil döndürüp durduğun, karmaşıklıkla basitliğin, yücelikle pespayeliğin, tapınmayla kayıtsızlığın yan yana durduğu- durmaya çalıştığı- bir alan. Gözlerini akılla kapatıp aydınlana aydınlana uzaklaşmaya çalıştığın bir bilme biçimi. İçe dolan, ele geçiren, hesaba gelmeyen bir hissediş. Onu sınırlayamayacağını anlayınca bilme biçimini sınırladığın bir koca bilinç alanı. Birlikte varolmanın dayanılmaz ağırlığı...

   İki büyük adamın hayvanlara bakışını okuduk üst üste. Önce Altıkırkbeş Kafka'nın Hayvan Öyküleri'ni derleyip bastı, arkasından Sel, Canetti'nin kişisel notlarından oluşmuş Hayvanlar Üzerine kitabını. Kafka hayvan üzerinden insana bakıyor, insanı anlamak için hayvandan ve hayvanı anlamak için insandan hareket ediyor. Edebiyatın alanından konuşuyor. Canetti'nin Hayvanlar Üzerine kitabı ise kişisel notlarla dolu olduğu için daha doğrudan bir bakış.

Resul / Hüseyin Kıran


ACIMAKTAN YAPILMIŞ RESUL

 
   Hüseyin Kıran'ın Gecedegiden'ini okumaya başlamadan önce Resul'ü anmak, onu neden kıymetli bulduğumu anlatmak istedim.
Resul, 2006'da Metis'ten çıkmıştı. Yazarıyla ilgili 1965'te doğduğunu, üniversiteyi politik nedenlerle bıraktığını, 10 yıl hapis yattığını ve daha önce Madde Kara adında bir şiir kitabı yayımlandığını öğrenmiştik kitaptaki kısa özgeçmişten.
    Hatırlıyorum, sarsıcı bir okuma deneyimiydi benim için. Çıldırmanın eşiğinde, işkence mağduru bir şairin romanını okuduğumu düşünerek kat etmiştim Resul'ün sayfalarını. Bir yazarın hiçbir şeyi sonraya saklamadan, “bitirme” -hatta belki “bitme”- noktasından yazdığını düşünerek okumuştum. Dolayısıyla, Kıran'ın bir romanını daha okuyabileceğimi sanmıyordum. Bir ilk ve son roman gibi okudum Resul'ü. Şimdi diyorlar ki, Hüseyin Kıran bir roman daha yazmış. Hem de pek iyiymiş. Yani Resul bir sayıklama, bir vazgeçiş öyküsü değilmiş. Tıpkı kitapta Resul'ün granitten kovuğunu oymaya çalışırken yaralanan parmaklarına yaptığı gibi, yarasına işeme ve sonra da acısı dinsin diye onları yalama anlatısıymış Resul. Öyleyse şimdi bir kez daha okunmalı...

Aya Tırmanmak / Ursula K. Le Guin


LE GUİN'LE HAVANIN KAPAĞINI AÇMAK


Bilen bilir, biçimle ilgili radikal denemelere pek girişmez Le Guin. (Muhteşem Hep Yuvaya Dönmek kitabı için bir şerh konulmalı elbet buraya.) Onun temel taşı öyküdür. Kendi benliğine yönelerek bulduğu ve tam da bu yüzden evrensel olduğunu söylediği imgelere dayanır daha çok. “Nasıl” anlatmış olduğu hiç gözünüze batmaz, aklınızı çelmez. Biçim, varlığını unutturacak kadar ustalıkla kaybolmuştur öykünün içinde. İmgelerin öykünün içinde sadelikle eriyişini takip edersiniz. Ağzınızda, yanağınızla dişleriniz arasına yerleştirip unuttuğunuz bir şeker gibi. Herhangi bir sebeple, belki konuşmak için, onu yerinden oynattığınızda hiç fark etmeden orada biriktirdiğiniz tat dolduruverir ağzınızı. Tam böyledir Le Guin okumak. Dalmış okurken onun kurduğu dünyanın gerçekleri olağanlaşır ve içinizde bir yere yerleşir siz hiç fark etmeden. Hem de sanki hep oradaymış gibi rahat, yerini yabancılamadan. Sonra, hatta bazen çok sonra, bir sebeple yerinden oynatıverdiğinizde okurken ve unuturken orada birikmiş tat dolduruverir ruhunuzu. Tam olarak yaşlı bir kadın gibi eğitir insanı Le Guin. Hiç hissettirmeden. Sanki olağanüstü hiçbir şey olmamaktadır. Sanki altı ay kadın, altı ay erkek olan ırk, gezegenler arası seyahat yapan anarşistler, yıllarca taştan bir labirenti kavrama eğitimi alan kadınlar, aslında ejderha olan yaralı kızlar, ruhundaki karanlıkla yüzleşmek için ölüm ülkesinin eşiğine kadar giden büyücüler, hepsi dünyanın en olağan şeyleridir. Öyle sessizce ve sakinlikle alt üst ediverir bildiğiniz dünyayı. Olağandışını sıradanlaştıran, dolayısıyla olağan olana kökten yabancılaşmanızı sağlayan öykülerini ateş başında öykü anlatan bir nine gibi sakince kurar. Bu yüzden de Le Guin, yılların okur-yazarlarınca da, bu işlere yeni başlamış olanlarlaca da sevilir. Kurduğu hikayeler bir çok derinlik katmanından okunacak kadar karmaşık ve ama acemi okura yol gösterecek kadar sadedir. Onun marifeti de galiba bu iki katmanı, birbirlerine galebe çaldırmadan, üst üste inşa edebilmektir.

İSKENDER PALA'NIN YÜCE EFENDİLERİ VE MUTLU KÖLELERİ


   Güncel sorunlarımıza idealleştirilmiş bir tarihten çözüm bulmaya çalışan kalem erbapları her dönem olmuş. En çok arz-ı endam ettikleri dönemlerse sistemin ideal insan-yurttaş tanımında değişiklik olduğu dönemler. “Ümmetten millete” geçerken bastıran tarihi roman dalgası, şimdi “milletten ümmete” geçerken yine oldukça popüler. Bu dalga, tarihle edebiyatın ilişkisinde her dem var olan problemleri de taşıyor, güncel problemleri de.
   Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih” makalesinde, Hobsbawm'dan aktarıyor: “Belki de 'alt tarafı' bir roman deyip önemsenmeyebilir, ama tarihin yerine mit ve icat koymaya yönelik bu ve başka girişimler sadece kötü entelektüel şakalar olarak geçiştirilmemelidir. Zira okul kitapları, sinema ve televizyon filmleri, hikaye ve romanlar, popüler çizgi romanlar bu entelektüellerin üretimidir ve tarih ataların belleği ya da kolektif gelenek değildir. Tarih, insanların roman yazarları, din adamları, öğretmenler tarih kitaplarının yazarları, dergi makalelerinin editörleri ve televizyon programcılarından öğrendikleri şeydir.” Zamanında okuma yazma bilmeyen halka tarih nasıl kilise duvarlarındaki resimlerle öğretildiyse, şimdi de, çabuk sıkılan çağımız insanına, tartışma programları, TV dizileri ve bol aşk soslu tarihi romanlarla öğretiliyor. Satış rakamlarına baktığımızda bu konudaki en iddialı öğreticimiz İskender Pala.